“Yer kabuğunu kim inceler?” sorusunu yanlış soruyor olabilir miyiz?
Bunu masaya yatırmak istiyorum çünkü “yer kabuğunu jeologlar inceler” deyip geçince asıl kavgayı, yani bilginin nasıl üretildiğini ve kimin çıkarına hizmet ettiğini gözden kaçırıyoruz. Bence mesele, “kim inceler?”den çok “kim için ve hangi araçlarla inceler?” Bu başlığa girerken kimseden çekincem yok: Yer bilimi topluluğunun güçlü yanlarını seviyorum ama kendi içindeki kör noktaları da uzun zamandır görmezden geldiğini düşünüyorum. Hadi, bu başlıkta konfor alanlarımızı kıralım; savunmaya geçmeden önce bir nefes alalım.
Etiketlerin ötesi: Jeoloji, jeofizik, jeokimya, jeomorfoloji… ve daha fazlası
Evet, yer kabuğunu en klasik anlamda jeologlar, jeofizikçiler, jeokimyacılar, sismologlar, yapısal jeologlar, volkanologlar, sedimantologlar inceler. Mühendislik tarafında maden, petrol, çevre ve jeoteknik mühendisleri; uzaydan bakan tarafta coğrafi bilgi sistemleri (CBS), uzaktan algılama ve InSAR uzmanları; denizde jeofizik ekipleri, yerde sondaj takımları… Hatta hukukçular, iktisatçılar ve veri bilimciler bile “yer kabuğu” bilgisini düzenleyen görünmez bir elin parçası. Ama bu zenginlik, aynı zamanda ciddi bir parçalanmışlık ve iletişim körlüğü doğuruyor. Sahada çekilen bir kırık takımı fotoğrafı, laboratuvarda XRD piki, ofiste üretilen bir sismik ters çözüm modeli ve uydu faz farkı haritası… Hepsi aynı hikâyeyi farklı lehçelerde anlatıyor. Sorun şu: Bu lehçeler birbirini her zaman çevirmiyor.
Model mi, veri mi? Kara kutuların cazibesi ve tehlikesi
Yer kabuğu araştırmalarında modelleme büyüleyici: sayısal çatlak yayılım simülasyonları, sismik tomografi, 3B basınç-sıcaklık evrim şemaları… Fakat model, içine konan varsayımlar kadar dürüst. Yeterli saha verisi olmadan kurulan sofistike modeller, görsel olarak ikna edici ama gerçekte kırılgan oluyor. “Veri mı, model mi önce gelir?” kavgası bitmedi. Çoğu zaman veri setleri endüstrinin mülkiyetinde ve kapalı; akademi, “örnek” veri üzerinde yöntem geliştiriyor. Sonra aynı yöntemler gerçek sahaya uyunca çatlaklar beliriyor. Soru: Kara kutu yazılımlara güvenimiz, doğrulanabilir bilimsel şeffaflığın önüne mi geçiyor?
Endüstri etkisi: Parayı kim veriyorsa türküyü o mu söylüyor?
Maden ve petrol şirketlerinin fonladığı projeler olmadan pek çok saha, laboratuvar ve burs olmazdı. Bu çıplak gerçek. Ama aynı gerçek, araştırma gündemini de eğiyor: Riskten arındırılmış rezerv tahmini, üretim verimliliği ve lisans optimizasyonu konuları öne çıkarken, sosyal etkiler, ekolojik bozulma ve yerel toplulukların hakları “yan not” kalıyor. Bu çarpıklığı dile getirmek, endüstriyi şeytanlaştırmak değil; çıkarların şeffaf bir şekilde masaya yatırılmasını istemek. Provokatif soru: Deprem tehlike haritalarını güncellerken, “yatırım güvenliği” ile “insan güvenliği” arasında görünmez bir önceliklendirme yapıyor muyuz?
Saha romantizmi ve koloniyal tortular
Saha çalışması, yer biliminin kalbi. Ama kimi sahalar “bilimsel turizm”e kurban gidiyor: Global Kuzey’den gelen ekipler, Global Güney’de veri topluyor; makaleler “merkez”de yazılıyor, krediler ise eşit dağılmıyor. Yerel araştırmacılar, dillerinin ve kurumlarının görünmezliği yüzünden katkılarını tam olarak görünür kılamıyor. Bu kültürel adaletsizliği konuşmadan “bilim evrenseldir” demek, evrenselliği lafta bırakıyor. Soru: Verinin nerede toplanıp nerede anlamlandırıldığına dair adil bir protokolümüz var mı?
Deprem ve afet iletişimi: Bilgi var, güven yok
Yer kabuğunu incelemenin en kritik sınavı, risk iletişimi. Deprem tehlike ve risk haritaları, ihtimaller ve belirsizlikler üzerine kuruludur. Fakat kamu, siyaset ve medya “tarih ver, büyüklük ver” diye bastırınca yumuşak belirsizlik dili yerini keskin ama yanıltıcı cümlelere bırakıyor. Sonuç: Bilim insanlarının “uyarıları” ya ciddiye alınmıyor ya da felaket anında günah keçisi yapılıyor. İğneyi kendimize batıralım: Haritalarımız okur dostu mu? Belirsizliği hem doğru hem anlaşılır anlatabiliyor muyuz?
Erkeklerin strateji odaklı, kadınların empati odaklı yaklaşımı: Stereotip değil, denge arayışı
Takımlarda sık görülen bir dinamik var: Bazı erkek meslektaşlar stratejik planlama, problem çözme ve teknik karar ağaçlarında baskın rol almayı seviyor; bazı kadın meslektaşlar ise paydaş yönetimi, saha güvenliği, toplulukla iletişim ve etik çerçevede fark yaratıyor. Bunu “doğal” bir ayrım diye kutsamak hatalı; kültürel beklentiler ve kurumsal ödüllendirme mekanizmaları bu eğilimleri güçlendiriyor. Doğru olan şu: İki yaklaşım birlikte olunca bilim daha sağlam. Stratejik akıl, empatik zemine basınca uçmaz; empatik yaklaşım, teknik disiplinle birleşince dağılmaz. Takımları, “kim daha çok konuşuyor?” yerine “karar süreçleri kimin bilgisiyle kanıtlanıyor, kimin sözlü tarihiyle dengeleniyor?” diye ölçelim. Sahaya çıkmadan önce güvenlik, yerel topluluk protokolü ve risk senaryolarını teknik planın eşit paydaşı yapalım.
Yöntemlerin kör noktaları: Sondaj, sismik, uzaktan algılama
• Sondaj: “Altın standart” denir ama örnek temsiliyeti derttir; birkaç metre ötede bambaşka litoloji çıkabilir. Ayrıca maliyet, bağımsız doğrulamayı zorlaştırır.
• Sismik ve jeofizik: Çözünürlük sınırlıdır; ters çözüm tekildir diye bir şey yok. Aynı veri farklı düzenlileştirme ile farklı “gerçeklikler” üretir.
• Uydu/InSAR: Yüzey deformasyonunu muhteşem gösterir ama yeraltı mekanizmalarını dolaylı okur; atmosfer ve geometri hataları yorumu kaydırabilir.
• Laboratuvar deneyleri: Zaman ve ölçek problemi var; milyon yıllık süreçleri saatlik deneylerle dolaysız “kanıt”lamak riskli.
Bu araç kutusunun büyüsü, araçların birbirini denetlemesinde. Tek yöntemle “hakikat” ilan etmek, hem bilimsel hem etik olarak sorunlu.
Şeffaflık, verinin mülkiyeti ve kamu yararı
Jeotermal, maden ve hidrokarbon projelerinin çoğunda veri “ticari sır” diye saklanıyor. Oysa aynı veri, deprem tehlike sınıflandırması, yeraltı suyu yönetimi ve heyelan risk analizi için kamusal değere sahip. Kısıtlı erişim, hem bilimsel replikasyonun önünü kesiyor hem de yerel toplulukların bilme hakkını elinden alıyor. Çözüm mü? Zorunlu gecikmeli açıklama (ör. 3–5 yıl sonra ham verinin kamuyla paylaşımı), anonimleştirilmiş meta veri rejimi ve bağımsız veri emanetçiliği mekanizmaları. Bu olmadan “bilim halka” sadece slogan.
Eğitim ve kültür: Laboratuvardan sahaya değil, sahadan laboratuvara
Müfredat, çoğu yerde “önce teori, sonra saha” diye kurgulu. Saha, teoriyi sınamak için değil, teoriyi süslemek için kullanılıyor. Öğrenciyi üçüncü sınıfa kadar kaya görmeden büyüten programlar var. Halbuki erken saha deneyimi, laboratuvar ve modellemeye alçakgönüllü bir başlangıç sağlar. Ayrıca ekip içi yazılım okuryazarlığı ile etik/iletişim okuryazarlığını paralel öğretmeden, yukarıda saydığım dengesizlikleri tekrar üretmeye mahkûmuz.
Forum için provokatif sorular
1. Sismik kara kutu yazılımlarına bağımlılık, bilimsel çoğulculuğu öldürüyor mu? Açık kaynak zorunluluğu getirelim mi?
2. Endüstri fonu alan ekipler, proje özetlerinde sosyal-etki ve veri-paylaşım planı yazmadan saha izni almamalı mı?
3. Deprem tehlike haritalarında belirsizlik iletiminin asgari standartları kim koymalı: akademi mi, devlet mi, meslek odaları mı?
4. Global Güney’de toplanan verinin bir kopyasının yerel bir üniversitede kalması zorunlu olmalı mı?
5. Lisans eğitiminde, “etik ve toplulukla iletişim” dersi zorunlu çekirdek ders sayılmalı mı?
6. Saha ekiplerinde karar süreçlerine “sosyal lisans” (yerel rıza) veto hakkı tanıyalım mı?
7. Veri mülkiyetinde “kamusal fayda üstünlüğü” ilkesini yasaya yazalım mı?
Ne yapmalı? Kısa, sert ve uygulanabilir bir çerçeve
• Çok-disiplinli ekipler kurun; kararları tek uzmanlığa kilitlemeyin.
• Açık veri/açık yöntem hedefleri koyun; ticari sır istisnasını süre ve kapsamla sınırlayın.
• Risk iletişimi için tasarımcı, psikolog ve yerel arabulucuları ekibe alın; harita bir görsel değil, bir sözleşmedir.
• Eğitimde “saha-önce” yaklaşımını güçlendirin; yazılım ve etik okuryazarlığını çekirdek yapın.
• Ekip dinamiklerinde stratejik-analitik yaklaşımla empatik-insan odaklı yaklaşımı eşit statüde ödüllendirin; ölçün, görünür kılın.
Son söz: “Kim inceler?”i “kimin için inceler?”e çevirelim
Yer kabuğunu elbette bilim insanları inceler. Ama bilimin meşruiyeti, sadece doğru sonuçlar üretmekten değil, bu sonuçların nasıl üretildiğini ve kime hizmet ettiğini şeffafça tartışmaktan geçer. Eğer bu forumda gerçekten hararetli ve yaratıcı bir tartışma istiyorsak, şu cesur cümleyi kurmalıyız: “Yer kabuğunu biz inceliyoruz; peki yer kabuğunun üstündekilere hesap veriyor muyuz?” Bu soruya vereceğiniz her dürüst yanıt, hem bilimi hem toplumu güçlendirecek. Şimdi söz sizde.
Bunu masaya yatırmak istiyorum çünkü “yer kabuğunu jeologlar inceler” deyip geçince asıl kavgayı, yani bilginin nasıl üretildiğini ve kimin çıkarına hizmet ettiğini gözden kaçırıyoruz. Bence mesele, “kim inceler?”den çok “kim için ve hangi araçlarla inceler?” Bu başlığa girerken kimseden çekincem yok: Yer bilimi topluluğunun güçlü yanlarını seviyorum ama kendi içindeki kör noktaları da uzun zamandır görmezden geldiğini düşünüyorum. Hadi, bu başlıkta konfor alanlarımızı kıralım; savunmaya geçmeden önce bir nefes alalım.
Etiketlerin ötesi: Jeoloji, jeofizik, jeokimya, jeomorfoloji… ve daha fazlası
Evet, yer kabuğunu en klasik anlamda jeologlar, jeofizikçiler, jeokimyacılar, sismologlar, yapısal jeologlar, volkanologlar, sedimantologlar inceler. Mühendislik tarafında maden, petrol, çevre ve jeoteknik mühendisleri; uzaydan bakan tarafta coğrafi bilgi sistemleri (CBS), uzaktan algılama ve InSAR uzmanları; denizde jeofizik ekipleri, yerde sondaj takımları… Hatta hukukçular, iktisatçılar ve veri bilimciler bile “yer kabuğu” bilgisini düzenleyen görünmez bir elin parçası. Ama bu zenginlik, aynı zamanda ciddi bir parçalanmışlık ve iletişim körlüğü doğuruyor. Sahada çekilen bir kırık takımı fotoğrafı, laboratuvarda XRD piki, ofiste üretilen bir sismik ters çözüm modeli ve uydu faz farkı haritası… Hepsi aynı hikâyeyi farklı lehçelerde anlatıyor. Sorun şu: Bu lehçeler birbirini her zaman çevirmiyor.
Model mi, veri mi? Kara kutuların cazibesi ve tehlikesi
Yer kabuğu araştırmalarında modelleme büyüleyici: sayısal çatlak yayılım simülasyonları, sismik tomografi, 3B basınç-sıcaklık evrim şemaları… Fakat model, içine konan varsayımlar kadar dürüst. Yeterli saha verisi olmadan kurulan sofistike modeller, görsel olarak ikna edici ama gerçekte kırılgan oluyor. “Veri mı, model mi önce gelir?” kavgası bitmedi. Çoğu zaman veri setleri endüstrinin mülkiyetinde ve kapalı; akademi, “örnek” veri üzerinde yöntem geliştiriyor. Sonra aynı yöntemler gerçek sahaya uyunca çatlaklar beliriyor. Soru: Kara kutu yazılımlara güvenimiz, doğrulanabilir bilimsel şeffaflığın önüne mi geçiyor?
Endüstri etkisi: Parayı kim veriyorsa türküyü o mu söylüyor?
Maden ve petrol şirketlerinin fonladığı projeler olmadan pek çok saha, laboratuvar ve burs olmazdı. Bu çıplak gerçek. Ama aynı gerçek, araştırma gündemini de eğiyor: Riskten arındırılmış rezerv tahmini, üretim verimliliği ve lisans optimizasyonu konuları öne çıkarken, sosyal etkiler, ekolojik bozulma ve yerel toplulukların hakları “yan not” kalıyor. Bu çarpıklığı dile getirmek, endüstriyi şeytanlaştırmak değil; çıkarların şeffaf bir şekilde masaya yatırılmasını istemek. Provokatif soru: Deprem tehlike haritalarını güncellerken, “yatırım güvenliği” ile “insan güvenliği” arasında görünmez bir önceliklendirme yapıyor muyuz?
Saha romantizmi ve koloniyal tortular
Saha çalışması, yer biliminin kalbi. Ama kimi sahalar “bilimsel turizm”e kurban gidiyor: Global Kuzey’den gelen ekipler, Global Güney’de veri topluyor; makaleler “merkez”de yazılıyor, krediler ise eşit dağılmıyor. Yerel araştırmacılar, dillerinin ve kurumlarının görünmezliği yüzünden katkılarını tam olarak görünür kılamıyor. Bu kültürel adaletsizliği konuşmadan “bilim evrenseldir” demek, evrenselliği lafta bırakıyor. Soru: Verinin nerede toplanıp nerede anlamlandırıldığına dair adil bir protokolümüz var mı?
Deprem ve afet iletişimi: Bilgi var, güven yok
Yer kabuğunu incelemenin en kritik sınavı, risk iletişimi. Deprem tehlike ve risk haritaları, ihtimaller ve belirsizlikler üzerine kuruludur. Fakat kamu, siyaset ve medya “tarih ver, büyüklük ver” diye bastırınca yumuşak belirsizlik dili yerini keskin ama yanıltıcı cümlelere bırakıyor. Sonuç: Bilim insanlarının “uyarıları” ya ciddiye alınmıyor ya da felaket anında günah keçisi yapılıyor. İğneyi kendimize batıralım: Haritalarımız okur dostu mu? Belirsizliği hem doğru hem anlaşılır anlatabiliyor muyuz?
Erkeklerin strateji odaklı, kadınların empati odaklı yaklaşımı: Stereotip değil, denge arayışı
Takımlarda sık görülen bir dinamik var: Bazı erkek meslektaşlar stratejik planlama, problem çözme ve teknik karar ağaçlarında baskın rol almayı seviyor; bazı kadın meslektaşlar ise paydaş yönetimi, saha güvenliği, toplulukla iletişim ve etik çerçevede fark yaratıyor. Bunu “doğal” bir ayrım diye kutsamak hatalı; kültürel beklentiler ve kurumsal ödüllendirme mekanizmaları bu eğilimleri güçlendiriyor. Doğru olan şu: İki yaklaşım birlikte olunca bilim daha sağlam. Stratejik akıl, empatik zemine basınca uçmaz; empatik yaklaşım, teknik disiplinle birleşince dağılmaz. Takımları, “kim daha çok konuşuyor?” yerine “karar süreçleri kimin bilgisiyle kanıtlanıyor, kimin sözlü tarihiyle dengeleniyor?” diye ölçelim. Sahaya çıkmadan önce güvenlik, yerel topluluk protokolü ve risk senaryolarını teknik planın eşit paydaşı yapalım.
Yöntemlerin kör noktaları: Sondaj, sismik, uzaktan algılama
• Sondaj: “Altın standart” denir ama örnek temsiliyeti derttir; birkaç metre ötede bambaşka litoloji çıkabilir. Ayrıca maliyet, bağımsız doğrulamayı zorlaştırır.
• Sismik ve jeofizik: Çözünürlük sınırlıdır; ters çözüm tekildir diye bir şey yok. Aynı veri farklı düzenlileştirme ile farklı “gerçeklikler” üretir.
• Uydu/InSAR: Yüzey deformasyonunu muhteşem gösterir ama yeraltı mekanizmalarını dolaylı okur; atmosfer ve geometri hataları yorumu kaydırabilir.
• Laboratuvar deneyleri: Zaman ve ölçek problemi var; milyon yıllık süreçleri saatlik deneylerle dolaysız “kanıt”lamak riskli.
Bu araç kutusunun büyüsü, araçların birbirini denetlemesinde. Tek yöntemle “hakikat” ilan etmek, hem bilimsel hem etik olarak sorunlu.
Şeffaflık, verinin mülkiyeti ve kamu yararı
Jeotermal, maden ve hidrokarbon projelerinin çoğunda veri “ticari sır” diye saklanıyor. Oysa aynı veri, deprem tehlike sınıflandırması, yeraltı suyu yönetimi ve heyelan risk analizi için kamusal değere sahip. Kısıtlı erişim, hem bilimsel replikasyonun önünü kesiyor hem de yerel toplulukların bilme hakkını elinden alıyor. Çözüm mü? Zorunlu gecikmeli açıklama (ör. 3–5 yıl sonra ham verinin kamuyla paylaşımı), anonimleştirilmiş meta veri rejimi ve bağımsız veri emanetçiliği mekanizmaları. Bu olmadan “bilim halka” sadece slogan.
Eğitim ve kültür: Laboratuvardan sahaya değil, sahadan laboratuvara
Müfredat, çoğu yerde “önce teori, sonra saha” diye kurgulu. Saha, teoriyi sınamak için değil, teoriyi süslemek için kullanılıyor. Öğrenciyi üçüncü sınıfa kadar kaya görmeden büyüten programlar var. Halbuki erken saha deneyimi, laboratuvar ve modellemeye alçakgönüllü bir başlangıç sağlar. Ayrıca ekip içi yazılım okuryazarlığı ile etik/iletişim okuryazarlığını paralel öğretmeden, yukarıda saydığım dengesizlikleri tekrar üretmeye mahkûmuz.
Forum için provokatif sorular
1. Sismik kara kutu yazılımlarına bağımlılık, bilimsel çoğulculuğu öldürüyor mu? Açık kaynak zorunluluğu getirelim mi?
2. Endüstri fonu alan ekipler, proje özetlerinde sosyal-etki ve veri-paylaşım planı yazmadan saha izni almamalı mı?
3. Deprem tehlike haritalarında belirsizlik iletiminin asgari standartları kim koymalı: akademi mi, devlet mi, meslek odaları mı?
4. Global Güney’de toplanan verinin bir kopyasının yerel bir üniversitede kalması zorunlu olmalı mı?
5. Lisans eğitiminde, “etik ve toplulukla iletişim” dersi zorunlu çekirdek ders sayılmalı mı?
6. Saha ekiplerinde karar süreçlerine “sosyal lisans” (yerel rıza) veto hakkı tanıyalım mı?
7. Veri mülkiyetinde “kamusal fayda üstünlüğü” ilkesini yasaya yazalım mı?
Ne yapmalı? Kısa, sert ve uygulanabilir bir çerçeve
• Çok-disiplinli ekipler kurun; kararları tek uzmanlığa kilitlemeyin.
• Açık veri/açık yöntem hedefleri koyun; ticari sır istisnasını süre ve kapsamla sınırlayın.
• Risk iletişimi için tasarımcı, psikolog ve yerel arabulucuları ekibe alın; harita bir görsel değil, bir sözleşmedir.
• Eğitimde “saha-önce” yaklaşımını güçlendirin; yazılım ve etik okuryazarlığını çekirdek yapın.
• Ekip dinamiklerinde stratejik-analitik yaklaşımla empatik-insan odaklı yaklaşımı eşit statüde ödüllendirin; ölçün, görünür kılın.
Son söz: “Kim inceler?”i “kimin için inceler?”e çevirelim
Yer kabuğunu elbette bilim insanları inceler. Ama bilimin meşruiyeti, sadece doğru sonuçlar üretmekten değil, bu sonuçların nasıl üretildiğini ve kime hizmet ettiğini şeffafça tartışmaktan geçer. Eğer bu forumda gerçekten hararetli ve yaratıcı bir tartışma istiyorsak, şu cesur cümleyi kurmalıyız: “Yer kabuğunu biz inceliyoruz; peki yer kabuğunun üstündekilere hesap veriyor muyuz?” Bu soruya vereceğiniz her dürüst yanıt, hem bilimi hem toplumu güçlendirecek. Şimdi söz sizde.